Hilal Bebek

İnsan, doymak ister. Doyabilmesi içinse açlık hissetmesi zorunludur. Bu, insanın varoluşsal paradoksudur. İnsan, doymaya meftun ve açlığa mahkûmdur. Doyduğu anda doygunluk denen şey imha olur ve bu yeni bir açlık gerektirir. Bu nedenle insanla açlık arasındaki mesafe hiçbir zaman tam olarak kapanmaz. Kapanırsa doygunluk denen bir olgu olmaz. İnsan, aç hissetme ve doyma arasında salınır durur.

İnsan, açlığı gidermeye meyilli bir varlıktır. Karnını doyurmak ister, duygularını doyurmak ister, cinsel olarak doymak ister, arzularını doyurmak ister… Açlık, her zaman giderilmesi arzulanan bir şeydir. Tamamlanması gereken eksiktir. Gerilim yaratır ve yatıştırılması gerekir. Hazza yakın ve acıya uzak olma yönelimli insan, doyuracak uyaranların peşinden koşar bu yüzden. Kimi zaman uzun vadede gelecek daha büyük doyumlara rağmen kısa vadede gelen hızlı doygunlukları tercih eder. Muhakemeyi ve bilinçli kontrolü devreye sokmadıkça insan, şimdi ve burada hemen doymak ister.

Yaşadığımız sistem ve neoliberal çağ; insana “doyma” vaad etmekte fakat bir yandan da açlık aşılamaktadır. Açlığı yaratan da odur “doyma”yı satan da. Mutluluk satan sistemin en sevdiği kitle haliyle “mutsuz müşteri”lerdir. Doygunluk satan sistemin en istediği kitle haliyle “aç” müşterilerden oluşmaktadır. İnsanlar, ne kadar aç olurlarsa o kadar doymak isteyecek ve ne kadar isterlerse de o kadar satın alacaklardır.

Bu nedenle sentetik bir üretim ile açlık yelpazesi alabildiğince genişletilmiştir. Adeta yeni ve sınırsız sayıda “açlık” türü yaratılmıştır. İhtiyaç olmayan unsurların ihtiyaç haline getirilmesi ile birlikte sınırsız sayıda açlık hali hasıl olmuştur. Dijital dünyanın ve teknolojinin yardımı ile moda ve yaşam tarzı pazarları bizi binlerce konuda aç hissedeceğimiz bir hale getirmiştir. Nasıl giyineceğimize, nerede gezeceğimize, ne kadar sağlıklı ve fit olacağımıza, ne kadar eğitimli, ne kadar mutlu, ne kadar, statü sahibi olacağımıza yönelik binlerce ihtiyaç yaratmıştır. Gösterme kültürü rekabeti, rekabet ise yeni yeni açlıkları meydana getirmektedir. Bu açlığı giderme güdüsü, içeriden gelen otantik ve hevesli bir arzudan çok kimi zaman dayatma karşısındaki zorlantılı bir basınç gibi kendini hissettirir.

Dış referanslı bu dünyada neye ihtiyacımızın olduğunu dış sesler belirler. Bir nevi tatmin edilen arzu, ötekilerin arzusudur. İnsan, yarasa misali yönünü sesinin yankısına çarparak bulmaktadır. Beğeniler, yorumlar, alkışlar, övgüler… Tüm bu geri bildirim havuzu neye ihtiyacım var sorusu yerine “neye ihtiyacım olmalı?” sorusuna kilitler bizi. Bizi gözleyen gözlerden hareketle açlığımız şekillenir ve aslında doyurduğumuz ötekinin karnıdır.

Bu girdapta insan doydukça açlığını arttırır ve açlığı arttıkça da kendini daha fazla doyurması gerekir. Bu döngüsel çemberde sürekli bir alma-verme akışı vardır ama ortada gerçek anlamda “doymuş” ve “tatminkar” hisseden bir birey yoktur.

Bu sanal doyurma coğrafyasında insanların gerçek açlıkları gölgede kalmakta ve hakiki ihtiyaçlarının üstü örtülmektedir. Yaşamı anlamlı kılan, kişide sahici bir merak duygusu uyandıran, gerçek kendiliğine iyi gelecek yaşantılar açıkta kalmaya başlar. Dijital çağda doyma’nın simülasyonunu yaşayan insan, içten içe kendini daha aç ve açıkta hisseden bir varlık olmaya doğru yürür.