Can SARIÇOBAN

Fransız tarihçi Jacques-Oliver Boudon’a göre Napolyon Bonapart’ın ve Medusa Fırkateyni’nin kaderleri ilginç bir şekilde kesişmekteydi.

Kraliyet sistemi 1789’daki devrim sayesinde sona ermiş ve ardından birçok farklı yönetim denenmişti. İlk Fransız Cumhuriyeti’ndeki karışıklıklar devam ederken, 1804’te Napolyon Bonapart yönetimi ele geçirip kendisini imparator ilan edip Avrupa’da birçok yeri fethetmiş, birçok alanda devrimleri tüm hızıyla sürdürmüştü. Fakat bir süre sonra işler kötüye gitmeye başlamıştı. Son yenilgilerin ardından Napolyon, İtalya yakınlarındaki Elba Adası’na sürgün edilmiş ve yönetime kral XVIII. Louis gelerek monarşiye dönülmüştü. Buna ‘Birinci Restorasyon’ denir. Ancak adadan kaçıp Paris’e dönmeyi ve yeniden yönetimi ele geçirmeyi başaran Bonapart, 111 gün boyunca görevde kalıp savaşmaya devam etmiş, bu kez ise Waterloo’da kesin bir yenilgiye uğramıştı. 18 Haziran 1815’teki bu son mağlubiyetin ardından Bourbon Hanedanlığı, saltanatını yeniden kurmuş; XVIII. Louis tekrar tahta çıkmıştı. Buna da ‘İkinci Restorasyon’ denir. Napolyon ise önce Kuzey Fransa’daki Aix Adası’na yerleştirilmiş, ardından kaderini Rochefort Limanı’ndaki İngiliz donanmasına bırakmış ve Afrika açıklarındaki Saint Helena Adası’na hapsedilmişti. Kral XVIII. Louis’nin yeniden hüküm sürmek için düşman ile işbirliği yaptığı açıktı. Bu olanlar devrimin başarısızlığı anlamına geliyordu ve halkta oluşan umut ışığı bir süreliğine sönecekti. Kraliyet yönetimi, ülkedeki tüm Bonapartçılar ve cumhuriyetçileri temizlemiş, liyakata önem vermeksizin her yere sadık adamlarını yerleştirmişti.

Fransız tarihçi Jacques-Oliver Boudon’a göre Napolyon Bonapart’ın ve Medusa Fırkateyni’nin kaderleri ilginç bir şekilde kesişmekteydi. Donanmayı güçlendirmek isteyen Napolyon zamanında bu devasa geminin inşaatına başlanmış, 1810 yılında Medusa Fırkateyni tamamlanmıştı. Geminin başına oldukça tecrübeli bir kaptan olan François Ponée getirilmiş ve Bonapart düşürülene dek Medusa Fırkateyni ile başarılı işlere imza atılmıştı.

 

Waterloo yenilgisinden neredeyse bir sene sonra artık kraliyetin hâkimiyetindeki Medusa Fırkateyni, 17 Haziran 1816 günü, Fransa’nın Aix Adası’ndan 400 yolcu ve mürettebatıyla birlikte, İngilizlerin Fransızlara terk ettiği Senegal kolonisine doğru yola çıkmış ve Napolyon’u sürgün eden gemiyle aynı denizleri aşmıştı. Medusa’daki yolcular arasında aileleriyle birlikte Senegal valisi, çeşitli görevliler, askerler, bilim insanları ve hizmetçiler vardı. Tecrübeli kaptanın yerine atanan Chaumareys, tecrübesiz ve beceriksiz ancak kraliyete çok bağlıydı. Yeni yönetimin istediği de buydu: kendilerine sadık, antikahramanlar yaratmak…

Gerçekten de yeni kaptan bazı kraliyet görevlilerinin talimatlarını harfiyen uygulamış, gemideki kimi yolcuların ve subayların itirazlarına rağmen yolculuğu hızlandırmak için rotada değişiklikler yapmıştı. Bir de üstüne monarşiye ait bir hayır derneğinin üyesi olan Richefort adındaki yolcuya geminin navigasyon işini verip, tanrının kendilerinden yana olduğunu söylemişti. Denizcilikle hiçbir ilgisi olmayan Richefort çevreyi gözlemlerken, kaptan Chaumareys rahat bir şekilde salonda ‘üst düzey’ insanlarla ilgileniyordu.

Kuzey Afrika açıklarındaki resiflerin ve kum yükseltilerinin olduğu tehlikeli sularda son sürat giden 74 metre uzunluğundaki, 1500 tonluk Medusa Fırkateyni, 2 Temmuz 1816 günü gittikçe sığlaşan sulara varmıştı. Ne Richefort, ne de Chaumareys denizin sığlaştığının belirgin işaretlerini fark edememişlerdi. Gemideki ağır topları veya bazı erzakları denize atsalardı kurtulma şansları olabilirdi ancak kaptan ve vali bunu da reddetmişti. Sonuç olarak gemi karaya tamamen oturmuş, bir süre sonra da gövdesi çatırdamaya başlamıştı.

Gemideki filikalar ancak 250 kişiyi alacak kapasitedeydi. Bu filikalara öncelikle kaptan, vali, kraliyet görevlileri, üst düzey askerler ve ‘hayırsever’ navigatör, aileleriyle birlikte yerleşti. Acil durum planına göre, geminin sağlam parçalarından büyük bir sal yapılacak ve aralarında birçok bilim insanı, asker ve hizmetçilerin de olduğu geriye kalan yaklaşık 150 kişi bindirilecekti. Plana öncülük eden Senegal valisi, güvenlik ve konfor için bu salı, 200 kişi alacak büyüklükte tasarladıklarını müjdelemişti. Filikalar bu salı bir halat ile çekerek güvenli bir sahile ulaştıracaktı. Okyanus sularının sarsmaya devam ettiği, parçalanma tehlikesi altındaki Medusa Fırkateyni’nin direk, kalas, halat gibi çeşitli parçalarının zorlukla bir araya getirilmesiyle ortaya çıkan bu sal, söylendiği gibi güvenli ve konforlu olmamıştı. Sadece 40-50 kişinin binmesi bile salın bir bölümünün suya batmasına yetmişti. Sala binmekte tereddüt edenler silah zoruyla yerleştirildi. Salın tamamen batmadan geriye kalanları da alabilmesi için, aralarında su fıçısının da olduğu pek çok erzak denize atıldı. Anlaşılan o aceleyle şarap yerine su fıçısı atılmıştı. Sonuç olarak salda, 150 kişinin yiyeceği birkaç sandık kurabiye ve içeceği bir fıçı şaraptan başka bir şey kalmamıştı. Filikalara ise sandıklar dolusu erzak ve değerli eşyalar yüklenmişti. Bu eşyalar arasında en ilgi çekeni kuşkusuz valinin biricik keyif koltuğuydu. Sekreterini bile filikaya almamış, sala göndermişti. Olanlara inanamayan sekreter, defalarca saldan atlayıp filikalara geçmeye çalışmış ancak engellenmişti. Salda bu kargaşa yaşanırken, filikadakiler olup bitenleri uzaktan kayıtsızca seyrediyorlardı.

 

Sonunda filikalar salı çekerek ilerlemeye başladılar. Suda bata çıka ilerleyen sal, devrilme tehlikesi geçiriyordu. Bir süre sonra filikadakiler, salın kendilerini yavaşlattıklarını düşündüler ve halatı kesmenin kurtulma şanslarını arttıracağına karar verdiler. Halat kesilirken bağırışlar duyulmaya başlandı: ”Kralımız çok yaşa, kralımız çok yaşa!”

Filikalar iyice uzaklaşana dek, saldakiler halatın kesildiğine inanmamışlardı. Bir anda büyük bir şaşkınlık ve korku tüm salı ele geçirmiş ve yeniden büyük bir kaos başlamıştı. Buna dayanamayan yirmiden fazla insan, daha ilk saatlerde kendilerini okyanus sularına bırakmıştı. Tek yiyecek olan kurabiye sandıkları da sırılsıklam olmuşlardı. Macuna dönen kurabiyeler ve bir fıçı şarapla, Afrika’nın kavurucu güneşinde mahsur kalan bu insanlar umutsuz ve çaresizdiler.

Sal, dalgalar kabardıkça, kenarlara yakın oturanları üzerinden atıyordu. Kazazedeler orta kısma geçmek için sürekli kavga ediyorlardı. Bu yüzden onlarca insan boğuldu ya da öldürüldü. İlerleyen zamanda kurabiyeler tamamen tükenince, kalanlar deri kemerlerini, şapkalarını ya da giysilerini yemeye başladılar. Birkaç kez, denk geldikleri ringa balıklarını avlamayı başarmışlardı. Ancak bu herkesi doyuracak miktardan çok uzaktı. Günler geçtikçe hayatta kalanların, ölen yoldaşlarının etini yemekten başka çaresi kalmamıştı. İnsan etini dilimleyip güneşte kurutarak yiyor, bazen de tadının daha az iğrenç olması için ellerinde kalan balık etiyle karıştırıyorlardı. Azalan şarap fıçısına ise bir miktar deniz suyu ve idrar eklemek zorunda kalmışlardı.

Sekizinci gün hayatta yalnızca 27 yolcu kalmıştı; çoğu ağır yaralıydı. Kimileri akıl sağlığını kaybetmiş, halüsinasyonlar görmeye başlamıştı. Kalan şarabın birkaç gün daha idare edebilmesi için durumu ağır yolcuları denize atmaya karar verdiler. İlerleyen günlerde geriye kalan yarı çıplak 15 adam, hareket edecek durumda bile değildi. Güneş tüm vücutlarını kavurmuş, dudakları susuzluktan süngere dönmüş, gözlerinin feri sönmüş ve suratları tanınmaz hale gelmişti. Yaklaşık dört gün sonra, 17 Temmuz günü ufukta bir gemi belirdi. Bu, Medusa ile birlikte Senegal’e doğru yola çıkan diğer gemi olan Argus’tu. Gücü yetenler, Argus’takilerin görmesi için birbirlerine destek olarak fıçının üzerine çıkmış, bir bez parçası sallamışlardı. Ancak gemi onların farkına varmamış ve uzaklaşmıştı. Saldakileri hayata bağlayan bu son umut da bir anda buharlaşıp gitmiş, yeniden büyük bir umutsuzluk hakim olmuştu. Birkaç saat sonra ise Argus Fırkateyni geri dönmüş ve kazazedeleri kurtarmıştı. Kurtarılan 15 kişiden 5’i kısa süre içinde aşırı yemek yemek ve su içmekten hayatını kaybetmişti.

Kaptan Chaumareys, hasarlı Medusa Fırkateyni’nde kalan değerli eşyaları almak üzere bir ekip ile birlikte gemi enkazına geri dönmüştü. Ardında bıraktığı kayıp insanları aramak gibi bir niyeti yoktu. Ancak saldan ilk anlarda atlayan 17 kişi yüzerek fırkateyne geri dönmüş ve mucizevi bir şekilde 54 gün boyunca hayatta kalmayı başarmıştı.

Birçok denizcilik hatası yapan ve tüm yolcuları güvenli bir şekilde kurtarmadan önce gemiyi terk ederek yüzün üzerindeki insanın ölümüne sebep olan ihmalkâr kaptanın o zamanki yasalara göre idam edilmesi gerekiyordu. Ancak kral sevdalısı Chaumareys yalnızca üç yıl gibi komik bir hapis cezasıyla bu işten sıyrılmıştı.

Bu olay, devrimin başarısızlığının öfkesini içlerinde taşıyan Fransız kamuoyunu öylesine derinden sarsmıştı ki yaşanan felaket günlerce konuşulmuş, bu facia ile ülkenin durumu arasında metaforlar yapılmıştı. Zalim ve akılsız kraliyet yönetimi, sorumsuz ve kibirli yöneticiler, açlık, sefalet ve ölüme terk edilen ‘alt sınıf’ insanlar…

Büyük sansasyon yaratan bu olay elbette sanatçıları da derinden etkilemişti. 1818 yılında, 25 yaşındaki ressam Theodora Géricault bu olayı anlatan bir eser yapmaya karar verdi. Kaza hakkındaki tüm haberleri topladı, görgü tanıklarıyla iletişime geçti ve olayın ayrıntılarını tüm çıplaklığıyla öğrendi. Bu skandaldan yalnızca iki sene sonra bu trajediyi anıtsallaştırmak adına ‘Medusa’nın Salı’ eserini üretmiş oldu. Eserde biçimsel olarak neo-klasizm ve esasen romantizm akımlarının etkisi görülmekle birlikte, eserin konusu bize 1850’lerden sonra ortaya çıkacak olan realizm akımına dair öncül öğeleri sunmaktadır.

 

Medusa Fırkateyni faciası; devrimlerin başarısızlığı ya da tamamlanamaması, Napolyon’un İmparatorluğu’nun yıkılışı ve yerine geçen Bourbon Hanedanlığı’nın beceriksiz ve çağ dışı yönetim biçimiyle birçok alanda paralellik gösterdiği için, bu olaya ve dolaylı olarak Medusa’nın Salı tablosuna politik bir anlam yüklenmesi şaşırtıcı değildir. Ancak romantik ressam Géricault’nun asıl başarısı esere nakşettiği güçlü duygulardır. Louvre’da sergilenen bu devasa tablo (4,91m x 7,16m) sol köşesinden başlayarak incelendiğinde bitap düşmüş kazazedelerin ve oğlunun cansız bedenini tutan baba ile anlatılan ölüm ve çaresizliğin; sağa doğru ilerledikçe nispeten daha dinç ve silahlı insanların resmedilmesiyle umut ve güce doğru evrildiği görülür. Tablonun solundaki kabaran karanlık dalgalar ve sağındaki aydınlık ufukta beliren gemi bu anlatımı destekler. Géricault’nun morgda yaptığı uzun araştırmalar sonucu tablonun sol tarafına ağırlıklı olarak resmettiği gri-yeşil cesetlerin aksine sağ tarafta bulunan insanlar adeta tek vücut olmuşlar, tan kızılı ufukta belirmiş Argus Fırkateyni’ne işaret vermektedirler. Resim, piramidal yapısı ve figürlerin dizilişiyle sanki Eugene de Croix’nın 1830 devrimi anısına yapacağı ünlü ‘Halka Yol Gösteren Özgürlük’ tablosuyla bütünlük gösterirken içerik olarak zıtların birliği kuralını onaylamaktadır. Bir tarafta halkını perişan eden krallık diğer tarafta ise halkın yeniden gücü ele geçirişi resmedilmiştir. Ancak her iki resimde de açlığın ve güç savaşlarının getirdiği felaket ve ölümü görmek mümkündür.