Hira Selma KALKAN

Dünyada her yıl nüfusun tamamını doyuracak kadar gıda üretilmesine karşın, engellenebilir nedenlerle israf ediliyor ve açlıktan ölen insanlar seyrediliyor.

Her gün yaklaşık yirmibeş bin kişi açlıktan ölüyor. Her on saniyede bir çocuk… Tüberküloz, sıtma , AIDS ve gripten ölen insanların toplamından fazla. Beri yandan, aşırı beslenme ve obezite küresel bir sorun ve konuya özel cerrahi alan hatırı sayılır bir ciro yapıyor. Dünyanın yeme- içme-aç kalma halleri adaletsizlik zemini üzerine oturmuş gibi görünüyor. Açlık ile adalet arasında bir ilişki var.

Çocuğu ne kadar çok yerse o kadar sağlıklı olacağını düşünerek, onu sürekli yedirmeye çalışan, yeme üzerinden bir tür tahakküm kuran ve yediremediği zaman kendisini yetersiz, reddedilmiş algılayan ebeveyne karşı çocuk, kontrol edebildiği tek eylemi gerçekleştirir. Uykuya, idrara direnemeyen çocuk yemeye direnebilir. Böylelikle ailesini kontrol edebileceğini fark eder. Çocuklar zaman zaman ebeveynlere kızdığında onları cezalandırmak için yemeği kullanır hale gelebilir. Olayı çözecek davranışın, olayı başlatan kişiden, ebeveynden gelmesi gerekir.

Verebilen bir ebeveyn -ki çoğunlukla yedirme göreviyle sorumlu olan kişi anne bilinir- almasını bilen bir çocuğun gelişimine olanak sağlar. Güçsüz, kuşkulu, veremeyen ve kendi gereksinimi önceleyen bir anne, çocuğun sağlıklı bir biçimde almasını engeller. Oral dönemdeki bu alışveriş dengesizliğinin izlerine yeme bozukluğu olan birçok kişide rastlanır. Hükmeden karakter yapısındaki bir anne, farkında olmadan bu alışverişi bebeğe karşı bir güç gösterisine dönüştürebilir. Keza bebek de… Çocuğun ne zaman acıkacağına ne zaman doyacağına karar veren bir ebeveyn, yeme bozukluklarının dinamiğinde önemlidir. Bilinçdışı gelişen yeme bozukluğu mekanizmasında açlık, artık hoş olmayan bir uyarım olmaktan çıkıp yeni anlamlar kazanır. Açlık duygusu artık bireyin kontrolü altındadır ve başarının, benlik değerinin gösterenleri olmuştur.

Açlık grevleri ile yeme bozukluğu benzerliği üzerinde duranlar mekanizmanın bilinçdışı yanını gözden kaçırmaktadır. Yeme bozukluğu bilinçdışı işleyen bir mekanizma iken ve bilinçdışı malzeme ile çalışılıp tedavi şansı bulurken, açlık grevi bilinçli bir tercihtir. Evet kökünde ikisinin de tahakküme karşı bir duruş olduğu söylenebilir. “Ben buradayım” çığlığı olabilir. Yeme bozukluğunda, hissettiği çaresizliği nasıl çözeceğini bilemeyen kişi, bilinçdışı bir savunma ile yemekle ilişki kurarken, açlık grevinde ise kişi çaresizliğine bir ses, bir çare bulmak üzere bedenini öne sürer.

İnsanlar, La Candelaria bölgesindeki bir süpermarketin önünde temel ürünleri satın almak için saatlerce sıraya giriyor. [Alessandro Falco / Al Jazeera]

İktidar kişiye bedeni üzerinden tahakküm kurar. Herhangi bir hak talebinde aç bırakmakla, sakatlamakla, elinden almakla, öldürmekle tehdit eder. Dört duvar arasına konulmuş, kendisi hakkında karar verilmiş, türlü eziyetlere tabi tutulmuş bir mahkûm, iktidarın tahakküm nesnesi bedenini öne sürerek iktidarı iktidarsızlaştırır. İktidarın güç nesnesini elinden alır. Açlık grevinde amaç yaşama hakkını vermektir. Ölümü göze alarak… Yeme bozukluğuna benzetenler olduğu gibi açlık grevini intihara benzetenler ve müdahale edilmesi gerektiğini söyleyenler de vardır. Açlık grevi bir intihar değildir, evet ölümle sonuçlanma olasılığı vardır ancak intihar, isteğe ya da depresyona bağlı dürtüye dayalı olarak yaşama son vermeyi amaçlayan bir eylem iken, açlık grevinde amaç yaşamaktır. Aslında yaşama hakkı tanınmamış bir alanda adaletsiz yaşamaktansa, ölümü göze alarak, yaşayabilmek için yapılan bir protestodur. Var olan, yasaların veya uygulamaların kişinin yaşamasına engel olduğunun teşhiridir. Yemek yemeyerek eylem yapan mahkûmlar, genel olarak ölmeyi değil, istemedikleri bir politikayı/uygulamayı değiştirmeyi amaçlamakta, bu eylemleri ile ilgililer üzerinde bir baskı oluşturmayı hedeflemektedirler.

Ülkemiz açlık grevi ile 1950’lerde şair Nazım Hikmet aracılığıyla tanıştı. Ve geçtiğimiz günlerde yine sanatçıların açlık grevlerine şahit olduk. Ne yazık ki ölümlerine de… Ülkemizde açlık grevlerinin toplumsal bir gündem haline gelmesi tüm insan hakları ihlalleri gibi 1980 darbesi ile birlikte olmuştur. Açlık grevlerinin tarihi ise oldukça eskiye dayanır. Roma İmparatoru Tiberius döneminde cinayet ve işkencenin yaygın olmasına tepki olarak, Tiberius’un yakın arkadaşı ve avukat olan Nerva, çevresindeki vahşete daha fazla tanıklık etmek istemediği için açlık grevine gider. Tiberius’un tüm ikna çabalarına karşın Nerva, kendisine bir şey yapılmasını istemez, dürüstçe ölmeyi tercih eder. Yakın arkadaşının bu şekilde ölmesi Tiberius’u sarsacaktır ve yaptıkları konusunda düşünmesini sağlayabilecektir. Umulan budur. Bu eylem ile Nerva, Tiberius’u yapıp ettikleri konusunda sorgulamaya zorlar, politik alandan etik alana çağırır. Yaşamın ve ölümün sınırlarını Tiberius’a anımsatmaktadır. Açlık grevinin ya da ölüm orucunun nihai hedefi de budur.

Binlerce yıl geçmiş olmasına karşın, Roma’nın Nerva’sı gibi bugünlerde yine avukatlar açlık grevinde ülkemizde. Dünyada bilinen ilk açlık grevi olduğu varsayılan Nerva’nın eylemi, bugün adalet isteyen avukatların eylemi ile denk düşüyor.

Roma’dan bu yana açlık grevi dünyanın birçok yerinde devlet politikalarını sorgulatacak şekilde süregelmiştir. İrlanda’da IRA ve Mahatma Gandi gibi birçok politik aktör tarafından bir yöntem olarak kullanılan açlık grevleri, iktidarı zorlamış ve kimi hakların kazanılmasına vesile olmuştur.

Hapishanede, klinikte, fabrikada iktidar mekanizmaları üzerine çalışan Foucault, iktidarın 18. yüzyıldan itibaren özellikle insan bedeni üzerine yoğunlaştığını belirtip bu fenomeni biyopolitika kavramı ile açıklar. Kapitalizm, iş gücündeki kolektifleşme ve sosyalleşmenin gelişimini öne çıkardı, kontrolü de bedeni kontrol etmekte buldu. Bu yüzden beden, kapitalist topumda her şeyin temeli ve iktidarın dayanağıdır. Hapishane, klinik, fabrika, okul ve aile kurumlarının işleyiş mantığı çok az farklılıklar içerir. Kişi kendisi için planlanmış bir hayatın içinde, bilerek ya da bilmeyerek iktidarın kurallarına göre hareket eder. Küçük boşluklar haricinde, özel hayatta dahi bu iktidar ilişkilerinin kontrolünden çıkması pek de mümkün olmayabilir. Foucault’ya göre iktidar yaşama sahip ama ölüme değil. Ölüm olduğunda onun beden üzerine uyguladığı politika biter; aslında varoluş temeli de biter. Yaşama sahip olduğu için yaşarken ne yapılacağına iktidar karar verir. Kişinin kendi isteğiyle ölmesi ahlak, yasa ve dinler aracılığıyla yasaklanır. Kimileri için ölüm bir son ve düşüncelerin, yaşamın kaybolması anlamına gelirken, kimileri için kendi yaşamı hakkında söz söyleme özgürlüğü anlamına gelebilir.

Açlık grevi bireysel bir eylemdir ancak etkili olabilmesi için tanıklara ihtiyaç duyar. “Beni görün, ölüyorum” diyen kişiye nasıl tanıklık edileceğini de belirleyen iktidar, bu durumu kötüleyen, yasa dışı ilan eden, zorla besleme gibi yöntemlere başvuran bir tutum alır. Kendi iktidarı sallantıdadır ve bu durumu etkisizleştirmek çabasına girer. İzleyiciye de görüyor musunuz sizin yemek için girdiğiniz zahmetlere bu kötüler girmiyor der. İzleyici için de yüzleşmesi zor bir mevzuudur bu. Kendi ikiyüzlülüğü yüzüne vurulur. Öyleyse hep beraber toptan reddediş en hayırlısıdır. Bazen bu reddediş yapılan eylemi idealize ederek de olabilir.

Dünyanın en uzun süreli açlık grevini yapan Hint insan hakları aktivisti Irom Şarmila’nın öyküsünde olduğu gibi. Yaşadığı Manipur Myanmar sınırında, etnik şiddet olaylarının yaşandığı, güvenlik güçlerine yargı muafiyeti tanıyan sömürge döneminden kalma bir yasanın değiştirilmesi için Şarmila açlık grevine başlar. Tutulduğu hapishanede 16 yıl boyunca burundan sonda ile zorla beslenir. Ağzına lokma koymama iradesi insanlar tarafından gıpta ile izlenir, idealize edilir. Gereğinden fazla idealize edilen her şey gibi, idealizasyonu karşılamayan vakit yerin dibine sokulur. Bir zamanlar onu bir tanrıça gibi övenler davayı sattığı gerekçesiyle hakaretler yağdırır. Tapınılan kişi haline gelmiş olmaktan bıktığını söyleyen Şarmila, açlık grevine inancı kalmadığını, putlaştırıldığını ve sesinin yittiğini hissettiğini söyler ve ağzına bal sürerek grevi sonlandırır. “İnsanlar cesaretimi övüyor, bana bir kahraman, bir azize muamelesi yapıyorlardı ama onlardan istediklerimi dinlemiyorlardı. Kolektif, kitlesel bir mücadele gerekliydi; benim açlık grevimin böyle bir dönüşümü tetiklemesi gerekiyordu ama aksine tecrit edilmişlikti yaşadığım.” İktidar tarafından kontrol edilmeye itiraz ederken idealize edenler tarafından kontrol edilmeye başlanmıştır. Oysa o azize değil insan olmak istemişti. Kendi iradesi ile başladığı açlık grevini kendi iradesi ile sonlandırmıştı.

Ölümün bir ifade özgürlüğü olarak kullanılmasının meşruiyeti, hukuki olarak da vicdani olarak da tartışma konusudur. Eylemi yeren de öven de eylemin gerçek anlamına vakıf olmaktan uzaktır. Dolayısıyla iktidarın devamına katkı sunan, iyi tanıklık edemeyenlerdir. Kişinin iradesine saygı duymak, eylemin somut koşullarını ve psikolojik süreçlerini anlamak, eylem vasıtasıyla gösterilen adaletsizliği görmekten gayrı izleyiciye bir şey söylemek düşmez kanısındayım. Oysa ölümü göze alarak bedenlerini öne süren insanlar anlaşılmayı hak ederler.