Dr. Pınar KÖKSAL ÜRETMEN

Aralık 2019’da Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan, özellikle Avrupa olmak üzere tüm dünyaya yayılan ve 10 Mart’ta Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi olarak tanımlanan CoVid 19 salgınını deneyimliyoruz. Bu süreç içinde tüm toplu etkinliklerin iptal olması nedeniyle bizler de Psikeart, Psikesinema ve psikesanatizmir olarak, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Sanat Daire Başkanlığıyla yürüttüğümüz etkinliklere ara vermek durumunda kaldık. Ancak sanatı hayatımızdan çıkarmamak adına, seyircisiz ve sosyal mesafeye, hijyen kurallarına dikkat ederek, İzmir Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde 14 Nisan günü Steven Sodherbergh’in Salgın (Contagion) filmini Psikiyatrist Dr. Özlem Önen ve DEÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema ve Film Tasarımı Öğretim Görevlisi Burak Bakır ile beraber tartıştık. Hem Salgın filmini hem de içinde bulunduğumuz sürecin sağlıkta ve psikiyatride yansımalarını ele alarak çözüm önerilerini değerlendirmeye çalıştık.

 

Salgın, 2011 yılında Steven Soderbergh’in yönetmeliğini yaptığı bilimkurgu filmi, belki yaşadığımız sürece en yakın saptamaları yapan film olarak ele alınabilir ve son aylarda en çok izlenen filmler arasında yer alıyor. Bu gerçekçi bakışı, epidemiyolog Ian Lipkin’in danışman olarak ekipte yer almasına ve bilimsel verilere önem verilmesine bağlayabiliriz. Filmde adı geçen MEV 1 virüsü, 1999 yılında Malezya’da salgına neden olan bir virüs. Filmde salgının gene Çin’de başlaması, bir yarasadan domuza ve sonra da insanlara bulaşması, solunum yolu ve temas ile bulaşması, çok kısa sürede yayılması gibi ayrıntılar bugün yaşadığımız olaylara çok benziyor. Bugüne kadar yaşanan birçok salgını incelediğimizde bu senaryo akla ve istatistiki verilere zaten çok yakın. Filmde ele alınan Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Hastalık Denetleme Merkezi (CDC) çalışmaları, bir aşının bulunması için yapılan çalışmalar, panik ve endişe ortamı, beraberinde ortaya çıkan felaket tellalı, aşı karşıtı ve çıkar sağlama amacındaki odaklar bir anlamda yüzleşme olanağı da sağlıyor. Filmin yıldız oyuncular geçidi olması da ilgi çekici özelliklerinden. Matt Demon, Kate Winslet, Gwynet Pathrow, Jude Law, Marion Cotillard ilk sayabileceğimiz isimler. Senaryo, Scott Burns tarafından kaleme alınmış.

Hem yaşadığımız günleri hem de filmde anlatılan salgın sürecini değerlendiren Psikiyatrist Doktor Özlem Önen, pandemi tanımına ve tarih boyunca yaşanan salgınlara değindi. Karantina ve sosyal mesafelenmenin insanlarda yarattığı fiziksel ve ruhsal etkileri ele alırken özellikle kaygı, korku ve stres durumlarını değerlendirdi. Kişisel özelliklerimize, deneyimlerimize, yaşadığımız topluluğun sosyal ve ekonomik koşullarına göre salgına verdiğimiz duygusal tepkiler değişmektedir. Karantinada bulunmak, ruhsal zorluklara yol açar. Kaygı, tehlikeyle karşılaşma durumunda uygun eylemler içinde olmamızı sağlar. Oysa yaşamı zorlaştıran kaygı, sürekli aklımızda kalır ve bizi tüketir. Medyada salgınla ilgili görüntüleri ve haberleri tekrar tekrar izlemek hissedilen sıkıntının artmasına neden olabilir. Stresin yoğun olduğu durumlarda içinde bulunduğumuz durum ya da gelecekle ilgili olumsuza odaklanmak, sadece en kötü senaryoyu öngörmek gibi yaşamı zorlaştıran düşünceler ortaya çıkabilir. Amaç, bu tepkileri vermemek ve kaygılanmamak değil, kaygıya saygı duymak ancak bu kaygıya kapılıp gitmeden olabilecek en etkili önlemleri alarak yaşamı devam ettirmektir. Olumsuz içerikli düşüncelere ve korkulara sahip olmak doğaldır ancak her zaman en kötüyü beklememek uzun vadede endişenizi azaltmakta yardımcı olacaktır. Daha önce de küresel krizler yaşanmıştır ve içinde bulunduğumuz kriz de geçecektir.

Karantina döneminde ruhsal hastalıklar bakımından riskli kesimlere, ruhsal etkilenmeyi arttıran nedenleri ve söylem düzeyinde kullandığımız kelimelerle yaptığımız ayrımcılık ve damgalama durumlarına değinen Özlem Önen, damgalamayı azaltmak için vaka, şüpheli, yaşlı, yoksul gibi tanımlamaları kullanmaktan kaçınmamızın önemini vurguladı. Bu pandeminin, dünyanın gelecek nesiller adına işbirliği yapması için bir fırsat olduğunu vurguladı. Salgın ve karantina sürecinin yas süreci ile ilişkili olduğunu, aniden ortaya çıkan bulaşıcı hastalığın şok etkisi yarattığını, halktan saklama çabaları ardından izolasyon ve karantina sürecinin sonucunda yaşananların inkâr, pazarlık ve kabullenme aşamalarıyla bir yas süreci gibi değerlendirilebileceğini filmden de örnekler vererek belirtti. Kaygı seviyesini azaltmak, özellikle ergen ve çocukların gelişim sürecini olumsuz yönde ekilememek için dikkat edilmesi gerekli durumları vurguladı.

Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema ve Film Tasarımı Bölümü Öğretim Görevlisi Burak Bakır da filmin günün gerçeklerine yaklaşan bir bakış açısı sunmakla birlikte birçok konuya aynı anda değinebilme telaşıyla sinemasal anlamda yüzeysel, izleyicinin karakterlerle özdeşleşmesinde yetersiz kaldığını vurguladı. Salgın, karantina, aşı gibi birçok veri etrafında dolanırken filmde yer alan karakterlerin duygularına, psikolojik yapılarına, aile ilişkileri ya da kişiliklerine dair daha üstten bir bakış sergilediğini belirtti. Filmde sadece Amerika kıtasında yaşananlara değinilmesinin, Çin’de çıkan ve tüm dünyaya yayılan bir salgın anlatılmasına karşın, sadece Hong Hong’un adının geçmesi ve orada da bir adam kaçırma olayıyla aslında damgalama yapıldığını işaret etti. Filmin bakış açısını çok geniş tutarak, yani bir kişinin ya da bir grubun değil tüm salgına yakalananların hikâyesini anlatmaya soyunarak daha sonra da belirli kesimleri görmezden geldiğini vurguladı. Küçük insanların hayatları yerine orta sınıf Amerikalı beyaz yakalıların odak noktası olduğuna dikkat çekerek, işsizlerin, evsizlerin, sağlık güvencesi olmayanların filmde yer almadığını, sadece beyaz Amerikan vatandaşlarının gösterildiğini belirtti. Oysa bir salgının en çok da bu korunmaya muhtaç ve hayat standartları düşük kesimi etkilediğinin altını çizdi. Bu yönleriyle filmin bir salgını anlatma yönünden başarılı olsa da sinematografik açıdan zayıf kaldığının, insan ilişkilerinin dinamiklerini yansıtmak açısından yetersiz olduğunun altını çizdi.