Selim Kahvecioğlu

Küba tarihi kölenin efendisine yönelik umutlu ve iyimser isyanlarıyla dolu. 119 kişiyle yapılan ve çoğunluğun öldüğü Monsado Kışlası saldırısı sonrası sağ kalan Fidel, iki kişiyle yakındaki tepenin eteklerindeki otlarda uzanmışlar, mitralyözle tarayan uçaklar gittiğinde Fidel doğrulup soruyor: Kaç kişiyiz, kaç silahımız var? Üç kişiyiz, iki tüfeğimiz var. yanıtını alınca Fidelin verdiği tepki tarihin artık tekerrürü bırakıp tekâmül edeceğinin garantisidir. Tamam çocuklar, şimdi başlıyoruz.

Küba bir ada. Kendileri dahil herkes Kuba diyor. Bir tek biz Türkler Küba diyoruz. Herhalde “U” ve “A”yı birlikte söylemekte zorlanıyoruz ki Kuba’yı Küba yapmışız. Kuzey ve güney Amerika’nın arasında bir adalar zinciri var. Coğrafyada Arşipelago deniyor adalar zincirine. Küba bu zincirin en batısında ve en büyüğü. Arşipelago’nun adı Karayipler. Biz daha çok korsanlarıyla biliyoruz. Adaların girintileri ve çıkıntıları korsanların saklanmalarına çok uygun. Ayrıca yeni dünya ve eski dünya arasında seyreden gemilerin rotası buradan geçiyor. Bu yüzden korsanlar için çok mümbit bir coğrafya olagelmiş. Bölge için kullanılan bir diğer terminoloji ise Antiller. Yerel kültüre ilişkin kavram ise “Creol”. Tüm sosyal ve kültürel yapılanmalar bu terim çerçevesinde ifade ediliyor. 110 bin kilometre kare ve şu an 11 milyon nüfuslu, timsah biçiminde bir ada Küba. ABD’ye 150 km mesafede. Adada 16. yüzyılın başında batılılar geldiğinde 100 bin yerli yaşıyor. Bu yerlileri Taino deniyor. Amerikan yerlisi Arwak’ların bir kolu Taino’lar. Bu adada huzur içinde yaşıyorlar. Sadece, “Beniotos” dedikleri tatlı patates, “Yuca” dedikleri bir tür sap, mısır, bal kabağı, fıstık, biber ve tütün yetiştiriyorlar. İklim tropikal, toprak verimli değil. Su problemi var. Dolayısıyla tarımda spektrum çok dar. Ama her şeye rağmen Kristopf Kolomb Küba için diyor ki “İnsan gözünün gördüğü en güzel topraklar.”

Yıl 1512. Diego Vallesques isimli bir İspanyol 300 kişiyle çıkıyor adaya. İsa adına yeni yerleşimler kuruyor. Zaman içinde istilacı İspanyollar çok kan döküyor. Bir yerli lider adamlarıyla bir direniş başlatıyor. Adı Hatuey. Ama sonunda yakalanıyor ve yakılarak ölüm cezasına çarptırılıyor. Fransisken, rahip ruhunu kurtarmak için onu yakılmadan önce vaftiz etmek ister. Rahibe göre vücudu yanacaktır ama hiç olmazsa ruhu kurtulacaktır Hatuey’in. Vaftiz işlemini redder Hatuey. Çünkü bir İspanyol daha görmeye tahammül edemeyecektir. Bu yüzden İspanyolların gittiği bir yeri bu yer cennet de olsa istemez ve vaftiz edilmeden öldürülür.

 

Yerlilerin %95i 40 yılda yok olur

Daha sonra katilerin katili Herman Cortes gelir adaya. Altın ararken çok fazla yerli katleder Cortes. 1550 yılında adada yalnızca 5 bin yerli kalmıştır. 38 yılda yerlilerin yüzde 95’i yok olmuştur. Yerli kalmayınca çalıştırmak için Afrikalı köleler getirilir adaya. Batılıların işlettiği şekerkamışı çiftlikleri için çok işgücü gerekmektedir. Takip eden yıllarda yönetim zaman zaman İspanyollardan Fransızlara ve İngilizlere geçer. Ama büyük plantasyonlardaki tütün ve şekerkamışı üretim düzeni hiç değişmez. 1550 yılında yılındaki 5 bin yerli zaman geçtikçe daha da azalır. Dolayısıyla neredeyse iki sınıflı bir toplum çıkar ortaya Küba’da. İspanyol, İngiliz, Fransız, Hollandalı eski dünyalılar yani efendiler. Hepsi Afrika’nın değişik yerlerinden gelen karaderililer, yani köleler. Aslında teorik olarak köle ticareti 1820’de yasaklanmıştı ama 1862’ye kadar bu konuda kimsenin kılı kıpırdamadı. Bu tarihten sonra ticaret yasağı yavaş yavaş pratiğe geçmeye başladı. Köle ticaretinin bu kadar uzun sürmesi başta ABD olmak üzere tümüyle emperyal devletlerin kontrolünde gerçekleşti. Çünkü plantasyon üretimi başka türlü sürdürülemezdi. 1865’ten sonra resmen kalkan köle ticaretiyle oluşan işgücü açığı, zavallı Çinli işçiler ve Meksikalı yerlilerle kapatılmaya çalışıldı. İspanya’ya karşı iki kez bağımsızlık savaşına kalkıştı Küba. İkisinde de Küba için bu köleler savaştı. Birincisinde lider olarak Carlos Manuel de Cespedes, Maximo Gomez ve Antenio Maceo var.

Cespedes kölelerini azat eden ilk toprak sahibi. Oğlu İspanyollar tarafından esir edilip pazarlık unsuru olarak kullanılmaya çalışıldığında “Tüm Kübalılar benim çocuklarımdır” deyip oğlunun hayatı pahasına “Hayır” cevabı veriyor. Bağımsız Küba’nın ilk başkanı olarak kabul edilen bu kahraman, Birinci Bağımsızlık Savaşı’nda İspanyollar tarafından öldürüldü. Maceo, birinci savaşın sürdüğü 10 yılın ardından, neredeyse herkes umutsuzluğa kapılıp teslim ya da pasifize olmuşken, malubiyeti kabul etmeyip gönüllü sürgüne gitmiş, yeni bir savaşın hazırlıklarını tek başına oradan sürdürmüştür. “Tunçtan Titan” olarak da anılan bu büyük generalin ailesindeki hemen hemen herkes bağımsızlık savaşında yer almıştı.

Gomez ise Dominikli; ama Küba için savaşıyor. Mükemmel bir stratejist olarak bilinen bu general, askeri bilgisi, rasyonalite algısı ve realistliğiyle öne çıkmıştı. Tarihte Che ile birlikte “Onursal Küba Vatandaşlığı” verilen iki kişiden biri olma şerefi de ona ait.

On yıl süren Birinci Bağımsızlık Savaşı başarısızlıkla sonuçlanıyor. İkinci Bağımsızlık Savaşı’nda Gomez ve Maceo yine var ama lider, Küba’nın ruhu, şair, gazeteci, öğretmen ve hukukçu Jose Marti’dir. Jose Marti 1895’te savaşırken ölür. Ama bağımsızlık da 1898’de kazanılır.

Marti, ikinci savaşı organize eden tarihsel kişilik. Sosyal adalet dürtüsüyle yola çıkan bu kahramanın hayatındaki belirleyici unsurların ülke sevgisi, etik ve hümanizm olduğu çok açıktır. Hayatı filozofvari bir derinlik kaygısıyla kavramaya çalışan bu adam, yazdıkları ve yaptıklarıyla Küba’nın gelecekteki siyasi liderlerini fazlasıyla etkilemiştir.

 

İspanyollardan sonra adanın efendisi ABD

1901’de bu sefer İspanyollar yerine ABD adanın efendisi olmuştur. Küba artık ABD’nin batakhanesidir. Zengin Amerikalılar efendi, fakir Kübalılar köledir. Uyuşturucu, kumar, fuhuş vakayiadiyedendir ve ülke ABD kuklası, diktatör Machado tarafından yönetilmektedir. Küba zengin Amerikalıları eğlendirmek için kurgulanmış, pratikte neredeyse nüfusunun tümünün köle olduğu bir ülkedir artık. Bir lokma ekmek için pazarlanıyor insana ait her şey.

Belki söylemek gerek; ABD’nin Küba üzerindeki tahakkümünün bir siyasal altyapısı da var. Bağımsızlık sonrası 1901’de yeni Küba Anayasası hazırlanırken ABD her adımı kontrol edebiliyor. Dönemin Amerikan Başkanı iki seçenek sunuyor: Süresiz ve doğrudan Amerikan işgali ya da Connecticut Senatörü Orville Platt’a atfen “Platt Islahatı” adıyla geçen yasal düzenleme. Ehvenişeri seçmek zorunda kalıyor Küba. Yani Plat Islahatı’nı. ABD buna dayanarak Guantanamo Körfezi’nde kendisine ait bir askeri üs kuruyşor 1903’te. Adını son yıllarda çokça duyduk bu üssün. Özellikle de Afganistan Savaşı sırasında. Hep hayırsız olaylarla birlikte anıldı adı.

Machado dönemi 1933’te genel bir grev ardından sona eriyor. Fakat yerini başka bir diktatör alıyor hemen, Fulgensia Batista. Kumar ve fuhuş bazlı faşizm aynen devam ediyor. Kesintilerle de olsa Batista hep iş başında. Fakat 1947’de Eduorda Chibas’ın Ortodoks Parti’yi kurmasıyla muhalefet bir parça örgütleniyor. Batista zorlamayla yapılmasını kabul ettiği seçimleri iptal ederek gittikçe kuvvetlenen ve iktidara gelmesi kesin görünen muhalefetin yolunu kesiyor. Bu andan itibaren de muhalefet Fidel’in liderliğinde yer altına iniyor. İşte o Fidel, bu Fidel. Tarihin gördüğü en iyi hatiplerden biri. Bazıları için Cervantes’in, bazıları içinse Lorca’nın dili onun kelimeleriyle yeni bir derinlik kazanıyor. Fidel iktidarını bugüne taşıyabildiyse bunda hitabet yeteneğinin payı çok büyük. Ayrıca Fidel çok cesur bir adam. Ama asıl özelliği sıra dışı iyimserliği. Hiçbir zaman moralini bozmaması. Saflık düzeyinde algılanabilecek optimistliği.

 

Kaç kişiyiz, kaç silahımız var?

Üç kişiyiz, iki tüfeğimiz var.

Tamam çocuklar, şimdi başlıyoruz.

Fidel Castro’ya ilişkin bir hikâyeyi bir tanıdığımdan dinlemiştim. Fidel yer altına indikten sonra ilk ihtilal girişiminde bulunuyor. 26 Temmuz 1953’te başta arkadaşları Abel Santamaria, Haydee Santamaria ve Melba Hernandez olmak üzere 119 kişi Küba’nın ikinci büyük şehri Santiago de Cuba’daki, Küba’nın ikinci büyük askeri garnizonu Moncada’ya saldırıyor. Pek tabii hiçbir şey -ki bu tür işlerde genel kuraldır- planlandığı gibi gitmiyor. Askerler Castro’nun konvoyunun yerini saptıyor ve herşey berbat oluyor. İlk anda 55 kişi çok kötü bir şekilde kaybediliyor. Yakalananlar da ibreti alem için işkence ile öldürülüyor. Castro ve birkaç kişi yakınlardaki bir tepenin eteklerine doğru kaçmayı başarıyorlar. Bundan sonrasını 15 yıl kadar önce bu birkaç kişiden biri olan Hues’in ağzından dinlemiştim. “Biz üç kişi yani Fidel, Frank ve ben otların arasında uzanmış yatıyorduk. Tepemizde Batista’nın uçakları mitralyözlerinden mermileri üzerimize boşaltıyorlardı. Mermiler sağımıza solumuza yağmur gibi yağıyordu. Üç kişiydik ve diğerleri sağ mı ölü mü, sağsalar nerdeler bilmiyorduk. Bir saat kadar sonra mitralyöz sesleri kesildi. Uçaklar gittiler. Sessizlik hasıl oldu. Neden sonra Fidel’in sesini duydum. Ona döndüm. Yerinden doğrulmuş bana bakıyordu. “Hues” dedi. “Kaç kişiyiz, kaç silahımız var?” Bir Fidel’e bir de Frank’a şöyle bir baktım. Frank’ın tüfeğini kargaşada düşürdüğünü hatırladım. Cevap verdim. “Üç kişiyiz, iki tüfeğimiz var.” Akabinde Fidel’in fısıltı biçiminde ama sert, inançlı ve heyecanlı tepkisi kırk yıl sonra bile kulaklarımdan gitmiyor: “Tamam çocuklar, şimdi başlıyoruz.” Bir an sarsıldım ve “Eyvah, şefi kaybettik” dedim.

Bir ihtilal girişimi arifesinde “Üç kişiyiz, iki tüfeğimiz var”dan ibaret envanter bildirimi. Ve işte Fidel; “Tamam çocuklar, şimdi başlıyoruz”la ifade edilen pervasızlığın, cesaretin, saflıkla donanmış iyimserliğin cisimleşmiş hali. Fidel bu. Özel bir adam. Eski tabirle hakikaten nevi şahsına münhasır. Onun ölümünü bekleyen dünyanın, bedeninin toprağa gömülmesinin bir devrin toprağa gömülmesinden de öte anlam taşıdığını bilmesinde fayda var diye düşünüyorum.

İsterseniz özelde Fidel’in, genelde Küba’nın hikâyesine devam edelim. İki arkadaşı ve iki tüfekle dağa çıkan Fidel orada sağ kalmış birkaç arkadaşını daha bulur. Bir haftalık dağ macerası hüsranla biter. Gece uykuda Teğmen Sarria komutasındaki bir birlik tarafından yakalanır. Sarria, Batista’nın gizli emrinin hilafına, onu hemen orada çekip vurmaz. Alır, Santiago de Cuba’ya götürür. Sanırım Batista, Fioel’den çok Sarria’ya lanet okumuştur hayatı boyunca. Bu gizli emirden haberdar olan Fidel sorar. “Beni niçin vurmuyorsun?” Sarria’nın yanıtı insanlık tarihine düşen bir nottur: “Ben askerim evlat, katil değil.” Talihin belki de tarihin garip bir cilvesi, Sarria yıllar sonra Castro’nun ordusunda da görev yapacaktır.

 

Tarih beni haklı bulacaktır

Fidel’in yakalandığı dünya basını tarafından duyulunca Batista Fidel’i öldürtemez artık. Tiyatro da olsa mahkemeye çıkartmak zorundadır. O tiyatro mahkemede Fidel, mahkeme heyetine “Mahkemenizi malum nedenlerle tanımıyorum ama savunmama yapacağım” der. Katip kıza döner ve devam eder “Lütfen söylediğim her şeyi not edin, her kelimenin kayda geçmesini talep ediyor ve sizden tarihe tanıklık etmenizi istiyorum.” Hukuk tarihine geçen, hitabet yeteneğini dünya çapında bilinir kılan, çok sağlam bir mantık örgüsüyle kurgulanmış uzun savunmasını yapar. Ve savunmasını hiç unutulmayan şu sözlerle bitirir: “La Historia Me Apsolvera” Yani “Tarih Beni Haklı Bulacaktır.”

Hikâye uzun tabii. Ama kısaltarak anlatalım. Fidel ve arkadaşları 15 yıl hapis cezasına çarptırılır. Fakat Fidel dünya basınının çok gözü önünde ve popülerdir. İçeride popülaritesi daha da artar. Bu yüzden danışmanları Batista’ya onu sürgüne göndermenin kendisi için daha hayırlı olacağını söylerler. Ve diktatörü buna ikna ederler. Bunun üzerine Batista hayatının hatasını yapar; 1955’te onu ve arkadaşlarını hapisten çıkarıp Meksika’ya sürgüne gönderir. Meksika’da Che Guevara ile tanışır Fidel. 1956 Aralığına kadar orada hazırlık yaparlar. Su altında yatan batık bir tekneyi onarırlar ve 82 kişiyle tekneye binip devrimi başlatmak için Küba’ya hareket ederler. Aslında 101 kişilerdir. Fakat tekne kaptanı bir kişi daha alırlarsa kesinlikle batacaklarını söylediği için 19 kişiyi Meksika’da bırakırlar. Küba sahillerine çıkışları tam bir trajikomedidir. Onlar Murphy Kanunlarını hatırlatacaktır. Fırtına yüzünden üç gün gecikmişler üstelik yanlış koya çıkmışlardır. Dolayısıyla onları adada bekleyen kuvvetle buluşamamışlar, çıktıkları koy bataklık olduğu için ağır silahları da teknede bırakmışlardır. Ayrıca Batista’nın sahil güvenliği onların yerini saptamıştır. İlk çarpışmada 60 arkadaşlarını kaybederler, ancak 12 kişi dağa (Sierra Maestra) çıkabilir. Ellerinde ise silah olarak sadece 9 tüfek kalmıştır. İşte o 12 kişinin başlattığı gerilla mücadelesi iki yıl sonra başarıya ulaşacaktır. Zafere ulaşıldığında 12 kişiden sadece 4’ü sağdır. Bugüne kalan ise iki kişi var. Fidel ve kardeşi Raul.

 

Devrimin diğer liderleri

Yeri gelmişken devrimin diğer önemli isimlerinden burada kısa kısa bahsedelim: Öncelikle Fidel ve arkadaşlarından birkaç dekat (10 yıl) önce devrimin altyapısını hazırlayan iki isim var. Birincisi Ruben Martinez Villeena. 1920’li yıllarda, Küba’daki çürümeye karşı tüm protesto hareketlerini Küba Komünist Partisi adına organize eden kişi. Şair ve yazar, deyim yerindeyse manifesto yazarı. 1933’te Machado’yu iktidardan indiren genel grevin planlayıcı ve uygulayıcısı. 35 yaşında ölüm döşeğindeyken bile bir şekilde mücadeleye katkıda bulunuyordu.

İkincisi Juluio Antonio Mella. Küba Komünist Partisi kurucularından. İleriki yıllarda devrimde büyük rol oynayacak Üniversite Öğrencileri Federasyonu’nun fikir babası. Machado’nun başının belası açlık grevlerinin düzenleyicisi ve lideri. Ölmek üzereyken Machado onu serbest bırakıp Meksika’ya sürgüne gönderdi. Orada Meksika Komünist Partisi’nin genel sekreteri oldu. 1929’da 25 yaşında Machado’nun gönderdiği katiller tarafından Meksika’da sokak ortasında öldürüldü. Külleri Havana Üniversitesi’nde adına yapılmış mozalede.

Fidel’in Che dışındaki mücadele arkadaşları ise şunlar:

Jose Echeveria; Üniversite Öğrencileri Federasyonu Başkanı. Batista’ya karşı en önemli protesto gösterilerine önderlik etti. 13 Mart 1950’de Başkanlık sarayı ve rdevlet radyosu (Radyo Reloj) baskınını yönetti. Radyo Neloj’u ele geçirip ilk anda halka anons bile yapabildiler. Ama aynı gün içinde öldürüldü. Öldüğünde o da 25 yaşındaydı.

Abel Santa Maria; 26 Temmuz 1953’te Moncada Kışlası baskınında Fidel’den sonraki ikinci adam. Baskından sonra yakalanınca çok ağır bir işkenceye maruz bırakıldı ve öldürüldü. Batista’nın adamları henüz canlıyken çıkarttıkları Abel’in gözlerini, korkutmak amacıyla yine hareketin üyesi kız kardeşi Haydee Santa Maria’ya göstermekten bile çekinmediler. Adı hep 26 Temmuz hareketine (Movemonto -26-27 M -26-27) ismini veren baskınla beraber anılır. Garip tesadüf, o da 25 yaşında öldü.

Camilo Cienfuegos; Efsanevi devrim liderlerinden. Dağ kadrosunda Fidel ve Che ile birlikte en önemli isimlerden. 1958’in ikinci yarısında doğudan batıya doğru yürüyen iki gerilla kolundan birinin komutanı. Havana’ya Che ve Fidel ile birlikte girdi. 28 Ekim 1959’da tek başına uçtuğu küçük bir uçakla deniz üzerinde havada kayboldu; uçağı ya da kendisine ilişkin hiçbir şey bulunamadı. Esprili, konuşkan, neşeli, sempatik, alçakgönüllü ve çok cesur bu adam, Küba halkının kendini çok yakın hissettiği biri. Alametifarikası büyük şapkası ve sakalıyla herkesçe tanınır. Uçağının kaybolduğu tarihin yıldönümünde Kübalılar denize sessizce çiçek atarak 27 yaşında ölen bu kahramanı anarlar.

Frank Pais; Fidel’in 1955’te Meksika’ya giderken 26 Temmuz Hareketi’nin organizasyonunu emanet ettiği Santiago De Cuba merkezli şehir kadrosunun yeraltı lideri, öğretmen. Castro ve arkadaşları dağda savaşırken şehirlerden gerilla devşirip dağa gönderen adam. 30 Temmuz 1957’de Santiago sokaklarında öldürüldü.

Juan Almeida; dağ kadrosunda Fidel, Che, Cienfuegos ve Raul’dan sonraki en önemli adam. Granma sonrası sağ kalıp dağa çıkabilenlerden. Ama o kadronun çoğu gibi dağda öldü, devrimi göremedi.

 

Küba neyi başardı?

Gerillalar 1959’da başkent Havana’ya girdiler. O andan itibaren de insanların yaşamında çok şey hızla değişti.

Öncelikle Küba’nın çokça vurgulanan siyah-beyaz, efendi-köle ayrımı meselesi tümüyle ortadan kalktı. Hatta bu sefer bir başka ekstrem durum yaşanmaya başlandı. “Mutlak eşitlik.” Kardeşlik duygusuyla iç içe ve birlikte. Birçok değişik etnik kökenin bariz şekilde fark edildiği bu topraklarda ırk kavramının hayatın pratiğinde hiç olmaması gibi tuhaf bir durumdu bu. Gururun hissedildiği ama marurluğun esamesinin bile okunmadığı bir coğrafya oldu Küba. Bilirsiniz, sosyal ayrımcılık gelişmiş toplumlarda bile vardır. Hatta gelişmiş toplumlarda belki daha da çok. Sosyal ayrımcılığı engelleyen yasal düzenlemeler toplumların gelişimi ile koşutken, ayrımcılığın kendisi de ne yazık kı gelişmişlikle bir paralellik içindeymiş gibi durur. Özellikle gelişmeyi iktisadi olarak algıladığımızda bu durum daha da belirgindir. Ayrımcılığa teorik olarak izin vermeyen yasalar olabilir. İnsanlar asla kötü denilebilecek bir tavırda bulunmayacak kadar kültürlü ve kibar olabilirler, ama bakışlarından hissedersiniz. Size öteki muamelesi yapmaktadırlar. Bir Türk olarak dünyanın çeşitli ülkelerinde sıklıkla karşılaşabileceğiniz bir durumdur bu. Kanıtlayamazsınız ama hissedersiniz çünkü size bunu hissettirirler.

İşte bugün “Küba Devrimi neyi başardı?” derseniz, “En azından bunu” diye cevaplarım sizi. Hiç ama hiç yoktur Küba’da bu kavram. Bir kimsenin diğerine, yani bir başka renge, bir başka mesleğe, bir başka dine ayrımcılık uygulaması söz konusu olamaz. Böyle bir şey kimsenin aklına bile gelmez. Sapsarı bir kız, kapkara bir oğlanı şap diye çok içten bir şekilde öper. Kimse kimseye efendilik taslamaz, taslayamaz; kimse kimseye kaşını kaldırmaz, kaldıramaz. Bu meselelerde hem bir olamazlık vardır hems de hiç kimsede en ufak bir niyetlenme emaresi göremezsiniz. Bizim alışkanlıklarımıza uymaz, normlarımızı tersyüz eder oradaki hayat. Bu durum çalışma hayatında da çok açık görülür. Belki de kötü bir şey ama işlerin yürümesi için gerekli de olabilecek hiyerarşiyi hiç hissetmezsiniz. Tabii Fidel’e haksızlık etmek istemem. Küba Devrimi’nin neyi başardığının daha net endazesi olan kriterler de var. Örneğin bebek ölüm oranları ABD’den daha düşük. Ortalama yaşam süresi daha uzun. Hem de kişi başı yıllık sağlık harcaması ABD’de 7500 dolar iken Küba’da 250 dolar (Rakamlar Michael Moor’un filminden). İşsizlik yok. Son 50 yılda toplam cinayet sayısı bu rakamın yarısı bile değil. Tecavüz hiç yok. Gasp yok. Hırsızlık çok az. Açlık yok. Evet, fukaralık var ama açlık yok. Bunlar sistemin artıları. Tabii eksikleri de var. Fakat en büyük artısı dünyanın insanları eşit belki de tek ülkesi olması.